Trans Hümanizm Mercek Altında (Birinci Kısım)

transhumanizm

Önsöz

Uzun süredir kaleme alınmak niyetinin nihayete ermiş olmasının verdiği sevinci paylaşmaktadır bu girizgâh. Seri bir şekilde geleceğini temin edebileceğim ve sürükleyici olacağını umduğum bu yazı dizisi, önceki yazıların aksine, zihinsel gelişim, ya da çeşitli kimyasal bileşenler aracılığıyla duygudurum ve ya bilişsel kabiliyetlerde farklılık yaratmak suretiyle bireyin yaşamını zenginleştirmesi gibi konulardan bağımsız olarak, bütün bu gayretlerin temelini oluşturduğuna inandığım, vakti zamanında, Doğu ve Batı’nın farklı perspektiflerden, birbirine yakın zaman dilimleri içerisinde beslediği şekillendirdiği düşünce akımını ele alacağım. Bu yazı dizisinde sırayla akımın çıkış noktası, tarih öncesi dönemden (tarih öncesi dönemden kasıt, ateşin buluna yazdığı Paleolitik çağı biraz geçtiğinizde, köşede duran Neolitik Dönemden, günümüze değin, insanın bendini çiğneyip aşma, dağları yırtıp enginlerden taşma arzusunun, zamanın çok çok gerisinden, bugünlere kadar nasıl şekillendiğini, felsefe, edebiyat, müzik gibi pek çok kültürel alana bu arzunun kendini nasıl nakşettiğini olabilecek en estetik ve doyurucu fakat bir o kadar da anlaşılabilir şekilde anlatmayı hedefliyorum. Bu tasvir karmaşası sadeleştirilecek olacaksa şayet; bu yazı dizisi Trans hümanizm ’in 32. Gün arşivi gibi olacak. Şimdiden keyifli okumalar diliyor ve sizleri bir daha rahatsız etmemek üzere önsözü burada noktalıyorum.

I.KISIM: Tohumun Filizlenmesi

“İnsanlar, henüz yapım aşamasında olduğunu inkar eden, tamamlanmamış varlıklardır” – Daniel Gilbert

“Trans hümanizm, kişilerin teknolojik araçlarla vücutlarını geliştirmeyi amaçlayan bir akımdır. Bu araçlar, insanların yaşam süresini uzatmak, onların fiziksel güçlerini artırmak veya onların zihinsel kapasitelerini geliştirmek için kullanılabilir. Trans hümanistler, bu teknolojilerin kullanımıyla insanların fiziksel ve zihinsel sınırlarını aşacağına inanırlar.” Trans hümanizme dair bulunabilecek en yaygın tanımlardan birisidir az önce sunulan tanım. Fakat, trans hümanizm, basit bir bilimkurgu ıslak rüyası mıdır yoksa bundan daha fazlası mı?

Frankenstein, Zamanda Yolculuk, Altered Carbon, 1984 , Dr.Moreau’nun adası gibi pek çok farklı edebi eserin, temelinde yatan, yatmayanların dahi temalarından biri olan bu akım sanılanın aksine, Asimov, Kardashev gibi bilimkurgu camiasını beslemiş kimselerin ve bu eşrafın ortaya attığı düşüncelerden ibaret, yeni yetme diye tabir edilebilecek bir akım olmayıp, kendisini insanlık tarihinin en erken dönemlerinde insanlığı kötülüklerden korumak adına başkalaşım geçiren Hint tanrısı Vişnu’da, insanları içinde bulundukları mevcudiyetten daha üstte bir zemine taşımak, daha önce mahir olmalarının mümkünatı olmayan kabiliyet ve ihtisaslara erişmeleri için tanrılardan Ateş çalan Prometheus’ta, her türlü yarayı onaran, her musibeti iyi edebileceğine inanılan Kutsal Kase’yi arayan Arthur ve Şövalyeleri’nde, kendisine verilen ödevleri yerine getirmek gayesi ile bendini çiğneyip aşan Herkül’de ve insan aklının sınırlarını zorlayacak ölçüde bir savaşçı olmak adına kendini yontan ve bileyen Aşil’ de bulabilirsiniz.

İnsanın doğa ve koyduğu yasalarla her daim problemi olmuştur. Türümüz için sonsuzluk bile kelime olarak pek bir anlam ifade etmemektedir. Limitlerimizin ötesine çıkmak, olmaz denileni oldurmak arzusu, kimlerinin iddia ettiği gibi yalnızca genlerini aktarıp, neslini devam ettirme vazifesini paylaşabileceği bir başka bedene erişim sağlamak için insanın içinde yanıp tutuşan bir arzu değildir. Özellikle, ölüm gibi nihai bir sonun bizleri beklediği, çürümeye, karşı hiçbir varlığın muafiyeti bulunmamakta. Hal böyle iken, içinde bulunduğumuz bu gülünç varoluşta, ilerlemeye yönelik ihtirasımızı, doğamızı inkâr etme eğilimimiz ve bize bahşedilen kabiliyetlerin ötesine geçme arzumuzun yalnızca cinselliğe ya da insana ait diğer ihtiyaçların tatminine yormak büyük bir yanılgı olur. Elbette, bu ihtiyaçların giderilmesinin zaruriyeti neticesinde pek çok gelişme vuku bulmuş olabilir, bu başlıca kendi içerisinde değerlendirilmesi gereken bir durumdur ancak insan günümüzde dahi evrimi devam etmekte olan, başkalaşım geçiren ve mevcudiyeti nihayete erene değin başkalaşım geçirme sürecinden el ayak çekmeyecek bir varlıktır. Maslow’un kendini gerçekleştirme olarak bahsettiği ve piramidinin en tepesine konumlandırdığı ihtiyaç, bir ihtiyaçtan ziyade doğanın devinim halinde, evrenimizin başından itibaren var olduğunu hayal ettiğim ileri yönlü hareket eden, kelimelerin tanımlamakta kifayetsiz kalacağı o mukadder güçtür insanı böylesine çetin çabalara sevk eden. Fertleri, kentleri, milletleri var eden ve müddet sonra viran eden devri daim, adı konulamayan o dürtüdür trans hümanizmin fikirsel ayağını filizlendiren.

Trans hümanizm incelenirken, düşülen en büyük yanılgılardan birisi yakın dönem düşüncelere ve geleceğe yönelik tahminlere / beklentilere dayanan çerçevelerde verilmiş trans hümanist eserlere bakıp, kadim bir külliyata ve fikirsel derinliğe sahip, ucu bir noktada tasavvufa kadar dayanan bu düşünce bütünü, “çip takma, genler ile oynama, sırttan sekizer demir kol çıkarma, beyin implantları” gibi, fantastik, bilimkurgu ögelerini ihtiva eden bir sanrı olduğu kanaatine varmaktır. Bahsi geçen uygulamalar nispeten trans hümanist fikir çatısı altında kendine yer bulabilir ki trans hümanizmin sözlükteki tanımı ile de pekala örtüşmektedir. Fakat trans hümanizm, yinelemek zorunda hissettiğim üzere, son yüz yıla sığdırılabilecek bir fikir değildir, kökleri bundan daha derindedir.

Trans hümanizm, biçimsel değişimden evvel insanın kendini fikirsel / bilişsel olarak ileriye taşıma arzusunda kendini var etmiştir. Bu nedenle, morfolojik (biçimsel) değişimler, ya da bu değişimleri konu alan çehrede verilmiş eserlere bakarak en başında kısıtlı düşünce kalıplarını, dar zihinsel perspektifleri aşma niyeti yahut cüreti ile sonraları bir aleve dönüşecek kıvılcımı parlamış bu akımı, doğru anlamak, geçmişe, bugüne ve geleceğe olan etkilerini daha iyi özümsemek adına, trans hümanizmin fikirsel bağlamdaki gelişimini tarih merceği altında incelemeliyiz.

Gılgamış Destanı, pek çok çağrışıma sebep olabilecek, insanlık tarihinin en eski destanlarından biri. Trans hümanizm ile bağlantısı ise şahsen sıkça bahsedildiğine şahit olmadığım bir olgu. Gılgamış, destanın ikinci yarısında, ölen arkadaşının acısından büyük oranda etkilenmiş ve bu acıyı bir daha yaşamamak, yaşatmamak adına ölümsüzlüğü elde etme peşindedir. Bir noktada, ölümsüzlüğün insanlar için hayırlı sonuçlara gebe olmayacağını, tanrıların insanın payına kasten ölümsüzlüğü düşürdüğünü öğrenir. Aklı ve mantığı düzgün bir biçimde kullanmak sureti ile insanın ölümsüz olmasa bile, zamana meydan okuyacak işler yapabileceğini, bunun içinse zihnen gelişmesi ve bilgeleşmesi gerektiğini üstü örtülü bir biçimde vurgulayarak biter. Bu, insanlık tarihinin ilk destanlarından birinde, trans hümanist fikrin ufacık bir tohumudur yalnızca. Gılgamış ile başlayan bu fikir kendine, Thomas Moore’un Ütopya adlı eserinde de yer bulacaktır. Ütopya’da ise yine insanlar zihinsel becerilerini, kısır düşünce kalıplarından kati suretle kurtulmak yoluyla aşmış, eşitlikçi, suçun neredeyse hiç olmadığı, herkesin cebinde son model telefonların olduğu, işsizliğin olmadığı fakat iş beğenmeyenlerin olduğu ve okurken “keşke kurulu düzenim olmasaydı da buraya taşınabilseydim” dedirtecek bir medeniyet inşa etmiş hayali bir adayı konu alıyor. Dikkatli bakıldığında tema aynı, fikirsel olarak ileriye gitmek, kalıpları yıkmak, sıradanlığı aşmak.

Aynı örüntü pek çok eserde pek çok farklı şekilde kendini gösteriyor. Devlet mesela, Plato’nun ideal devleti de yine mantığı ve bilgeliği temeline alarak, bu kıstaslarda kendini olabilecek en son nokta denen noktanın da ötesine taşımış insanlardan oluşan bir devlet yapısını sunuyor bizlere. Augustine Tanrı’nın Şehri adlı eserinde Eflatun ile örtüşen fikirleriyle yine göz kırpıyor trans hümanizme. Hatta 1641 senesinde Descartes tarafından “Meditations On First Philosophy” (Erken Felsefe Üzerine Düşünceler / Meditasyonlar – bayağı bir Türkçeleştirme- )’de yine Plato ve Augustine ile, aralarında yüzyıllar olmasına rağmen aynı paydada buluştuğunu gözlemleyebiliriz.

Ve nihayet Rönesans’a eriştiğimizde, trans hümanizm, sonrasında kendisini omuzlarından tutup silkeleyecek Fütürizm ile birlikte, bağımsız bir fikir olma yoluna girecek. Rönesans ile birlikte sanatta, bilimde ve pek çok alanda baş gösteren merak, yaratıcılık ve dönemin basma kalıp fikirlerini / hakikatlerini aşma dürtüsü, yakın döneme gelindiğinde teknolojik gelişmeler ile birlikte, teknoloji yardımı ile insani hudutları aşma dürtüsüne evrilecek. Trans hümanizmin, özellikle Fütürizm gibi akımlardan nasıl etkilendiği ya da yakın dönemde nasıl yeniden şekillendiği sonraki kısımlarda detaylıca incelenecektir.

Trans hümanizmin en başında zihinsel bir dönüşüm sürecini öngördüğünü desteklemek adına verdiğim bu örnekler, trans hümanizmin kendisini yalnızca zihinsel bağlama hapsettiğine dair hatalı bir algı oluşturmamıştır umarım. Trans hümanizmin kıvılcımı her ne kadar beyinde parlamış dahi olsa, alev haline gelmeleri için oksijene, dolayısı ile dış dünyaya ihityaç duyar. Trans hümanizm, insanın yalnızca kendi zihinsel kıstaslarını aşması değil, içinde bulunduğu, yasalarına tabi olduğu, idrak edebildiği ölçüde etkileşimde bulunduğu, dahili yahut harici fiziksel unsurları da zihninin fendi ile aşması, bir üst noktada bu unsurlarla temasa geçmesini ön görür.

Bahsi geçen fikri somutlaştırmak için en iyi örneklerden biri 1913 senesinde “Seslerin Manifestosu”’nu kaleme almış İtalyan besteci Luigi Russolo’ya bakmak yararlı olacaktır. Russolo, kendisi Fütürizm akımından etkilenmiş bir sanatçıdır, kaleme aldığı manifestoda teknoloji vasıtası ile gelecekte insanların çıkarabileceği tüm seslerden daha güzel, daha hoş, daha nağmeli sesler çıkarılabileceğini öngörmüştür. En basitinden bu yazının kaleme alındığı tarihlerde artık pek çok vokalde auto-tune (otomatik perde düzeltme) teknolojisi kullanılmakta ve enva çeşit yazılım / donanım ile herhangi bir müzik aletinden çıkması ihtimal dahilinde olmayan seslere bile çarpıcı müzikler yapılabilmektedir.

Müzik, anlamlandırılış şeklinden ötürü nispeten soyut kalabilir. Trans hümanizmin tarihe ya da bilime nasıl yön verdiğine dair yetersiz bir delil olarak ta adledilebilir yukarıda bahsedilen örnek. Daha somut bir örnek olarak Ḥasan Ibn al-Haytham’ın mercekler üzerine yazdığı kitap verilebilir. Kitap kısaca, mercekler, kırılma, ışık gibi optik temelli kavramları ele alırken, bir noktada Ibn al-Haytham, bir zaman geldiğinde insanların mercekler vasıtası ile gözün

görmeye kadir olmadığı varlıkları görebileceğinden bahseder. Kendisinin İslam düşünürü olmasından ötürü, dini motiflere atıfta bulunduğunu zannedebilirsiniz ancak bana kalırsa burada bahsettiği canlılar mikroskobik canlılardan başkası değil. Bugün yalnızca belirli mercek altında görebildiğimiz canlılar, çıplak gözle görmemizin mümkün olmadığı canlılar. Mikroskop ne kadar da basit bir cihaz gibi geliyor değil mi düşünüldüğünde? Yahut bu yazıyı okumadan evvel daha önce mikroskobun trans hümanizmin bir şekilde etkilediği bir icat olabileceğini düşünür müydünüz?

Özetle, trans hümanizm, tanımı gereğince insanın kendini fiziksel ve zihinsel alanlarda, dışarıdan çeşitli kimyasal / teknolojik destekler ile geliştirme çabası olmasına ve son dönem trans hümanist gayretlerin bu yönde olmasına karşın, esasen, paragraflardır anlatılan, insanın kendini gerçekleştirme ve hatta bunun ötesine geçme arzusunun fikirsel bir tezahürüdür.

Burak avatarı
Nootropik gurusu, kendi deneyimlerimi bilimsel gerçekliklerle birleştirip aktarmayı severim. Oturduğum yerden davranışsal ve evrimsel psikloji konularında da ahkam kesiyorum. Takipte kalın.